Daha önce dikiş tutturamadığım blog denemelerim oldu. Çünkü ya süreklilik sağlayamadım ya da daha çocuk aklımla yazdığım her şeye dönüp sonradan baktığımda kurduğum her cümlenin çok beylik olduğunu, boyunu çok aştığını fark ettim. Bu sefer konulara dibe dalıp rahatlıkla kum çıkarabileceğim derinlik kadar değineceğim, söz. Burada olduğunuz için teşekkür ederim.
Görüp Artıranlara
Deniyorum. Sizi temin ederim ki deniyorum. İnsanları anlamayı, kendimi tüm içtenliğimle anlatabilmeyi, şeffaflığı, tutarlılığı, vazgeçmemeyi, inanmayı, güvenmeyi… Ama gelin görün ki hiçbir zaman bunun değerli bulunan bir şey olduğunu görmedim. Herkesin pasif agresif tavırlara alıştığı, toksik iletişimlerin gırla gittiği, “bak arkadaşım ben üstün insanım” alt metinli tavırların her alana yayıldığı bu çağda ben deneyip başaramayışlarımla gurur duyuyorum. Dersler de alıyorum bir yandan tabii, heybemi dolduruyorum. Eğri de değilim, doğru da. Tek bildiğim tamamen yanlış olmadığım. Hiçbirimiz değiliz. Ama hepimiz bazı yanlışlıkların hasarlarıyız.
Herkes haklı-haksız yarışında. Herkes kendi cümlelerini kıymetli buluyor. Yüklemine kavuşamayan cümlelerimiz, hep birilerinin kendi beyanlarının daha değerli olduğu inancının ürünü oluyor. Herkes açık kolluyor; gardını alıyor. Herkes söylenilenlere takılırken, kimse neden söylendiğini umursamıyor.
İçinde his olmayan ezberden replikler, eylemlere yansımayan beklentiler yaratmak herkesin ideali olmuş. Özür dilerim’lerin içi bomboş, sen ne düşünüyorsun’lar yalnızca sormuş olmak için ve seni seviyorum’lar görev gibi. Profesyonel hayatta da, romantik ilişkilerde de manipülasyon yarışı hakim. Güç savaşı dolu dizgin sürerken, en ufak bir duygu belirtisi güçsüzlük olarak algılanıyor. Akabinde hepimiz elini açık etmemek için poker suratıyla masada konumlanan robotik tiplere dönüşüyoruz. Peki sonuç mu? İflas. Açıkçası ben elime güvenip en azından all-in basmayı yeğlerim. Bir gün elbet kazanacağız.